“A. Ali Ural’la Kitap Yolculukları” 1. Ders Notları

“A. Ali Ural’la Kitap Yolculukları”  1. Ders Notları

Okuma, Türkçede “o-kı-mak” kelimesinden geliyor; “o-kı-mak”ın anlamı ise çağırmak, davet etmek… Anadolu’da düğün davetiyelerine okuntu denmesinin sebebi de budur.

Okuma, özel bir zihni deneyimdir. Burada sadece harfleri gruplandırmak, kelimeler hâline getirmekten öte bir eylemden bahsediyoruz. Zira okumayı öğrenmek zihne, akla ait bütün kaynakların seferber edilmesini gerektirmektedir. 

Bir metinle ilişkiye girdiğimizde bir metni okuduğumuzda yani bir metne yaklaştığımızda bir insanla nasıl diyalog kuruyorsak o metinle de öyle bir diyalog içerisine girmek zorundayız. Anlam her zaman metnin içinde hazır değildir. Biz biraz da kendi birikimimizle elde ettiğimiz hamuleyi metne taşırız. 

Metin; harflerden, kelimelerden, cümlelerden oluşan anlamlı bir bütünlük ve yazarla okurun birlikte seyahat etmesini gerektiren bir yolculuktur. Bu nedenle programımıza yolculuk ismini verdik. Çünkü okur her ne kadar kitabını eline alıp evinin bir köşesine çekilmiş görünüyorsa da bu yolculuğu tek başına yapmamaktadır. Bu yolculukta ona yazar ve anlatıcı eşlik edecektir. Biliyorsunuz ki anlatıcı yazarın kendisi değildir, yazar o rolü üstlenmiştir. Dolayısıyla bu yolculuğa yazar, anlatıcı, okur, okurun daha önce okuduğu kitaplar, yazarın geçmişi, yazarın hayatı ve okurun geçmişi de dahil olur. Dahil olanlar bunlarla da sınırlı kalmaz. Metnin tek başına işlevselliği olmasından dolayı gemiye kaçak bir yolcu olarak girer. Kimilerine göre metin okurdan bağımsız olarak mesaj verir, okurdan bağımsız olarak çağrışımları harekete geçirir. Yazardan bağımsız olarak yazarın aklından dahi geçmeyen anlamları paylaşır. Burada bilmemiz gereken bir şey var. Okumanın bir davet olduğunu çağırma olduğunu söylemiştik. Bu davete; okur icabet ediyor, yazar icabet ediyor, metin de şahsı manevisiyle masaya oturuyor, okurun ve yazarın geçmişi de masada yerini alıyor ve böylece büyük bir sofra kurulmuş oluyor. 

Kitabı elinize aldığınızda kitap deyip geçmeyin… Kitapla kurduğunuz münasebete göre kitapla kurduğunuz köprüyle alakalı olarak ya o kitap sizi bir yerden bir yere taşıyor ya da sizi bir yanardağ gibi püskürtüyor. Kitap sizi püskürtebilir ayrıca sizi kendisinden uzaklaştırabilir ama tam tersine size yolculuk edeceğiniz bir gemi de armağan edebilir. Kendinize giden yolda size yoldaşlık edebilir; akrabalarınıza, dostlarınıza, sevdiklerinize giden yolda size arkadaşlık da edebilir. 

Yolculuk metaforundan hareketle şunu söyleyebiliriz ki “Her yolcu büyük okurdur.” “Büyük okur” diyoruz çünkü insan yeryüzündeki her şeyi okumakla mükelleftir. İnsan sadece kitabı değil kendisini, çevresini, tabiatı, gökyüzünü, yeryüzünü, kâinatı okuyor. 

Peki insanın okumasını büyük yapan nedir? Kitaplar, insanın yolculuk sırasında alışkanlıklarını kırma imkânını sağlıyor. İnsan alıştığı her şeye körleşmektedir. Bu yüzden bu alışkanlığı kırmanın bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bunun için iki seçenek var, biri seyahat etmek ki Frankfurt Seyahatnamesi’nin başında Ahmet Haşim bu konuda bize yol gösteriyor; diyor ki, “Her seyyah muvakkat bir şairdir.” Her gezgin geçici bir şairdir. Aslında geçici şair derken okurluktan söz ediyor. Çünkü şairi şair yapan yeryüzünü okuyabilmiş olmasıdır, okuyabilmesidir. Alıştığı yerde okuma yetisini kaybeder. Şairin hayret makamı vardır ya, o makam elinden alınır. İşte şair elinden alınan, kaybettiği hayret makamını büyük bir okuma yaparak yeniden elde edebilir. İşte yolculuklar buna yarıyor. 

Öte yandan kitaplar da tıpkı seyahatler gibi insanı var olduğu, içinde bulunduğu dünyaya yabancılaştırdığı için bir seyahate çıkartıyor. Yani biz okuduğumuz her kitapla bir yolculuğa çıkıyoruz. Bunun anlamı sadece o kitap dolayısıyla yeni ülkeleri tanımak yeni insanları tanımaktan ibaret değildir. Dünya içerisinde bir dünya olan kitaplar bizi içine alarak var olduğumuz yaşadığımız dünyaya yabancılaştırıyorlar ve kitabı okuduğumuz sürece bize yeni bir gerçeklik armağan ediyorlar. Tabii insan bir kitabı bir anda baştan sonra okuyamaz. Arasına ayraç koyup kitabı kenara koyduğumuzda tekrar yaşadığımız dünyaya geri döneriz. Kitabın büyüsünden illüzyonundan bir süre de olsa uzaklaşırız. Burada bir çelişki yaşarız. Kitaplardaki insanlarla yeryüzünde yaşayan insanların çelişkisi. Birçok okur kitaplardaki insanları daha merhametli bulmuştur. Maksim Gorki’nin dış dünyayı kaba bulduğu ve kitaplarda teselli aradığına dair metinler var elimizde. Yani bir şekilde kitaplara kaçtığını söylüyor. Cemil Meriç de “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım…” demiyor mu!

Biz elimizdeki kitabı okuyup tamamlasak bile hiçbir kitap bitmeyi başaramamıştır. Daha doğrusu kitaplar bitmez. Son sayfayı okuduktan sonra bile o kitap bizim zihin dünyamızda düş dünyamızda yaşamaya devam eder. Hem o kitabın eksik tarafları dolayısıyla ki -Allah’ın kitabı dışında hiçbir kitap mükemmel değildir.- hem de bize aşıladığı yeni hayat dolayısıyla bir türlü bitmez. 

Ursula K. Le Guin “Biz biraz da kim olduğumuzu anlamak için kitap okuruz,” demiş. Demek ki kitaplar bir tarafıyla bize ayna görevi yapıyorlar. Stendhal’a göre her roman tarihe bir ayna tutar, tarihin üzerinde bir ayna gezdirir. Demek ki bu aynanın değişik işlevleri de var. İnsanın bir kitapta kendini bulması, tanıması ne anlama geliyor? Okur her kitapla başkalarının yaşayamadığı eşsiz bir deneyim yaşamaktadır. Neden eşsiz olsun aynı kitabı okuyan başka insanlar da var… Fakat doğrusu durum hiç de öyle değil, aynı kitabı farklı kişiler okusa da herkeste birbirinden farklı pencereler açılıyor. Bunlar anlam, çağrışım, resim pencereleri. Nitekim Anna Karenina’yı resim kabiliyeti olan 10 okuyucuya vermişler… Sonra da okuyuculardan Anna Karenina’yı çizmesini istemişler. Okurlar, okudukları metne göre Anna Karenina’nın resmini yapmışlar. Bu resimlere baktığımızda hiçbir resmin diğerine benzemediğini görüyoruz. Bu da bize her insanın bir edebî eserin, bir sanat eserinin, bir düşünce eserinin karşısında eşsiz bir deneyim yaşadığını ortaya çıkarıyor. Herkes orada kitaba kendi benliğini katarak mucizevi bir tablo oluşturuyor. Burada Marcel Proust’un bir sözünü hatırlatmak isterim: “Her okur okuma esnasında kendi benliğini okur. Yazarın elinden çıkan eser okurun bu kitap olmasaydı kendi başına belki de hiç kavrayamayacağı şeyleri fark etmesini sağlamak için yazarın okura sunduğu bir çeşit araçtan ibarettir.” Bu yüzden bu müstesna deneyim öyle veya böyle okur üzerinde derin etkiler uyandırır. 

Yıllar önce zannediyorum Orhan Pamuk’un bir romanının reklamında kullanılmıştı şu cümle “Bir roman okudum hayatım değişti.” Kitaplar insanın hayatını değiştirebilir mi? Ya da hangi ölçüde değiştirebilir? Elbette ki edebiyat tarihine baktığımızda pek çok kitabın rüzgârlar oluşturduğunu fırtınalar çıkardığını görüyoruz. Dönemin şartlarıyla birleşen, zamanın ruhunu yakalayabilen kimi kitaplar okurlar üzerinde büyük etkiler uyandırmıştır. Goethe her ne kadar “romanı” sevmediğini söylemişse de Genç Werther’in Acıları büyük bir fırtınaydı zamanı için… Yine Hermann Hesse’nin Demian adlı romanı Alman gençliğini harekete geçirmiştir. Bir eser yeter ki zamanını ve zeminini bulsun büyük fırtınalar koparabilir. Mehmet Âkif’in Safahat’ı Kurtuluş Savaşı’nın görünmez mücahitlerinden biridir. 

Kıymetli arkadaşlar, André Gide’in okumayla ilgili bir tespiti var: “İnsan bir kitabı okuduktan sonra onu okumamış gibi davranamaz,” diyor. “O kitabı okuduğunu dahi unutsa artık o kitabı okumadan önceki kişi olamaz,”diyor. İtalyan yazar Dino Buzzati’nin Tatar Çölü diye bir romanı var. Romanın kahramanı Giovanni Drogo bir kalede ömrünü tüketen, baskın bekleyen ve o baskın gerçekleşmeden kaleden ayrılmak zorunda kalan böylece hayatı anlamsız hâle gelen bir teğmen. Giovanni Drago’nun hayatını okuduğumuzda acaba hayatta yapmak istediğim şeyleri yapıyor muyum, hayatım yeterince anlamlı mı sorularını kendimize soruyoruz. Çünkü Giovanni Drago kaleye gittiği zaman ben burada fazla kalmam, Birkaç ay sonra buradan ayrılırım demişti ancak ayrılamadı ve hayatının sonuna kadar orada kaldı. Çünkü alışkanlıklar bizi kuşatır çünkü yapmak istediğimiz şeyleri yapamaz, erteleriz ve bu bizi bir tür uyuşukluğa hapseder, görünmez zincirlerle bağlanmış oluruz. İşte bu kitabı okuduktan sonra birdenbire ben ne yapıyorum, hapsolduğum hayattan nasıl kurtulabilirim sorusu içimize bir tohum gibi düşer. Yapmak istediklerini bir türlü yapamayan, kendinden memnun olmamasına rağmen bir türlü cesaret gösterip yeni bir hayata adım atamayan insanların bu kitabı okuduktan sonra hayati kararlar aldıklarını gördüm. Demek ki sanat eserleri göreceli olarak bizi kendi dünyalarına çekerler ve o dünyada bizi yoğururlar.

Okuma aktif bir süreçtir, aktif bir süreç olmalıdır da. Okumanın aktif bir süreç olabilmesi için düşünceyle aynı anda yürümesi gerekmektedir. Düşünceden mahrum bir okuma pasif bir okumadır ve okuruna fayda yerine zarar getirir. Arthur Schopenhauer’a soracak olursak, insan okumayla düşünme eylemini birlikte yapacak kudrete sahip olmasına rağmen bunu yapmıyorsa tamamen pasifize olmuş ve sele kapılmıştır. Hangi sele kapılmıştır? Yazarın düşünce seline kapılmıştır, kendi düşüncesi devre dışı kalmıştır. Her şeyden önce bir okurun test etmesi gereken şey okuması esnasında düşünce melekelerinin işlevselliğini koruyup korumadığıdır. Düşünce melekeleri hayattaysa diriyse o zaman filtreler çalışıyor demektir. Filtre nedir? Biz bir okur olarak okuduğumuz her şeye kapılarımızı açmıyoruz, bir filtreden geçiriyoruz, o düşünce filtresiyle kimi düşüncelere katılıyor kimi düşünceleri reddediyor, kimi cümleleri seviyor kimilerini ise beğenmiyoruz. İşte bunun için elimizde kalem var okurken; yanına not aldığımız, soru işareti koyduğumuz, altını çizdiğimiz satırlar var. 

Biz araba kullanır gibi bütün dikkatimizle bu yolculuğu gerçekleştirmek zorundayız.  Düz yolda hızlanacak, viraj alacağımız zaman yavaşlayacağız. Peki okuyan insan nerede viraj alır? Okuyan insan derinleşmesi, düşünmesi, anlaması gereken yerde yavaşlar. Kim size hızlı okumayı tavsiye ediyorsa ve siz bir edebiyat okuruysanız yanlış bir tavsiyede bulunuyor. Melekelerinizi geliştirmek ya da sanatsal ufkunuzu genişletmek için okuyorsanız kaza yaparsınız. Bazen hız kazaya sebep olur. Bu sadece trafikte olan bir şey değil okuma esnasında da başımıza gelen bir şeydir. Hızla okuduğunuz bir kitaptan size çok şey kalmaz çünkü her kitabın yüzeysel manası dışında anlam katmanları vardır. Peki o katmanlara nasıl ulaşacağız? Öncelikle elimize aldığımız kitabın önemli bir kitap olduğunu düşünelim, biz öyle düşündüğümüz için değil iyi bir kitabı seçtiğimiz için. 

Öncelikle bir sanat eseriyle karşı karşıya geleceğimiz için o okuma ritüeline hazırlanmamız gerekiyor. Okuma eylemini gerçekleştirecek olan kişi kendine sessiz bir ortam sağlayarak dingin bir ruh hâlinin peşine düşer, insan çok yorgunsa, uykuluysa kafasında bin bir sorun cirit atıyorsa o insanın okuduğu metne intibak etmesi zordur. Biz bir okur olarak şöyle düşüneceğiz: Üzerinde yıllarca çalışılmış önemli bir kitabı okumaya hazırlanıyorum. Her kelimenin ayrı bir değeri var. Bu yüzden mekanik bir okuma yaptığımız takdirde hiçbir şeye gerçek anlamda nüfuz edemeyiz o kitapta. Adamın birine Suç ve Ceza’yı okudun mu, diye sormuşlar. Adam okudum, demiş. Biraz bahsedebilir misiniz, demişler. Adam kem küm ettikten sonra olay Rusya’da geçiyordu, demiş. Kitaptan ona kalan sadece bu ayrıntı. Bu kitapla ilgili daha fazla bilgi de hatırlayabilirdi. Mesela Raskolnikov adında bir tıp fakültesi talebesinin parasız kaldığı bir dönemde bir tefeci kadını ve kız kardeşini öldürdüğünü hatırlayabilirdi. Peki bunları hatırlamış olsaydı bu kitapla ilgili yeterli bir şey söylemiş olur muydu? Asla olmazdı çünkü cinayet bu hikâyenin sadece görünen kısmı. Hikâyelerin görünen kısımlarını kitabı okumayanlar da görebilir. Burada yazarın yaptığı başka bir şey var. Yazar bize sıradan bir cinayeti duyurmuyor, o bize insanın suç işlemeden önce ve sonrasındaki psikolojisini anlatıyor, yani insanı. Cinayeti, katili, tefeciyi anlatmıyor; bize insanı anlatıyor. İnsanı anlatmak yeryüzünün en zor şeyidir çünkü insan kendisini dahi tanıyamazken… “Kendini tanıyan Rabb’ini tanır,” öyle değil mi! Din de felsefe de insanı tanıma ve tanıtmaya yönelmiştir. Yani herkes insanın peşinde. O hâlde sanatçı, insana ulaşacak yolları bulmak zorunda. Yazar insanı tanımak için bir yolculuk yapacak. Demek ki yazar yeryüzünde olup biten olayları bize aktaran bir gazeteci bir vakanüvis değildir. Yazarın yaptığı bambaşka bir şeydir. Görünenden çok görünmeyenle ilgilenir o. Bizim göremediğimizi, fark edemediğimizi, hissedemediğimizi bize göstermeye hissettirmeye çalışır. 

ÜÇ ÇEŞİT TEMEL OKUMA BİÇİMİ

Üç çeşit temel okuma biçimi vardır. Aslında yüzlerce çeşit okuma biçimi vardır ama biz edebiyat teorisyenlerinin yolunu izleyerek üç temel okuma biçiminden söz edelim.

  1. Yazar Merkezli Okuma:

 

 

 

  • Okur, yazar merkezli bir okuma yaptığında başına ne gelir? 

  • Kutsallaştırılmış bir yazar vardır.

  • Yazar her şeyi bilir.

  • Okuyucu pasiftir.

  • Yazarın söylediği her şey bir gerçeklik olarak kabul edilir. 

  • Okur daha okumaya başlamadan kitabı bir hakikat olarak kabul eder.

  • Okur yazarı sorgulamaz, sadece dinleyicidir. 

  • Örnek olarak Anatole France ve Nurullah Ataç’ın yazıları verilebilir.

  • Okuyucu yazar ilişkisinde eşitlik yoktur. 

  • Burada okur yoktur, yazar vardır. Okur tamamen alıcıdır. 

  • Edilgendir, yazar merkezli bakış açısı söz konusudur. 

Yazar merkezli okumada yazarı bir öğretmene benzetecek olursak bu öğretmen, öğrencisinin yaratıcılığını hiçe sayar, keşiflerine engel olur ve ona hazır kabul edeceği şablonlar sunar. Biz böyle bir okumadan okurlarımızı sakındırıyoruz. Yazar merkezli okumadan uzak duralım diyoruz. 

 

 

  1. Metin Merkezli Okuma:

Metin merkezli okumada metin türü fark etmeksizin yazarından bağımsız bir kimlik taşımaya başlar. Buna yapısalcı estetik denir. Bu tür okumada göstergeler yazara rağmen metnin bize başka bir şey söylediğini ima edebilir.

Burada okur, yazar kadar söz sahibi olacaktır. Aynı zamanda okurun, yazar kadar hatta yer yer daha fazla donanıma sahip olması gerekmektedir. Metin merkezli okuma, yazarın mirasının okur ve metin tarafından paylaşılmasıdır. 

Okur, yazardan daha donanımlı olursa okuduğu metinden tiksinip okumayı bırakabilir ya da tam tersi olabilir. Burada da yine okur kitabı eline aldığında sıkılıp kenara atabilir. Demek ki okurun yazardan donanımlı olması da okurun yazardan daha az donanımlı olması da okumada ciddi bir sorun ortaya koymaktadır. Bunun için okurların kendini okumaya hazırlaması gerekir. 

Okurun Kendini Okumaya Nasıl Hazırlayacağıyla İlgili Bazı Hususlar:

 

 

  • Yazar hakkında bilgi sahibi olmak.

  • Kitabın inşasıyla ilgili kimi bilgilere sahip olmak.

  • Kitap üzerine yazılan kimi yazıları okumak.

  • Kitabın hangi şartlarda hangi tarihte nasıl yazıldığına dair fikri olmak.

James Joyce biraz da muzip bir tavırla okurlarının kitaplarını okumak için kendisinin yazmaya harcadığı kadar zaman harcamalarını söylemiş. Tabii burada biraz ironi de yapmış. Belki okurun okumaya hazırlık için yazarın harcadığı zaman kadar zaman harcanmasını söylemesi adaletsizlik olabilir. Ancak şu bir gerçektir ki okurun kitabı okumadan önce belli bir zaman harcaması gerekir. Yani okur istese de istemese de bu stratejik kültürel vadinin bir parçası olmak durumundadır. Dolayısıyla okur: 

 

 

  • Bağ kurmayı bilecek

  • Sentez yapmayı bilecek

  • Yazarın çarpıttığı yerde neyi çarpıttığını görebilecek

  • Anlam çıkartabilecek 

  • İmge inşa edebilecek

  • Bakış açısını kendine göre geliştirecek

  • Daha önce okuduğu kitaplarla bir bütünlük kuracak

  • Boşlukları doldurmaya kudreti olacak

  • Somutlaştırabilecek, soyutlayabilecek.

Kısacası okurdan beklenen onlarca maharet var. 

 

 

  1. Okur Merkezli Okuma

 

 

 

Okur merkezli okuma, edebiyat biliminde “alımlama estetiği” olarak da biliniyor. Alımlama estetiğinin iddiası, metnin içinde anlamın hazır olmadığıdır. Metin merkezli okumada anlam hazırdır ama onu göstergelerle okurun bulması gerekmektedir. Peki okur bu durumda ne yapacak? Anlamı oraya kendisi taşıyacak, bir anlam inşa edecek. Birçok akıllı yazar metinlerinde boşluklar bırakarak okurun oraya anlamlarını taşımalarını bekler. Her okur dünya görüşüne, inancına, kültürel birikimine, okuduğu kitaplara göre bir anlam inşasına girişir. Dolayısıyla kimse “neden bu anlamı çıkardın?” diye okuru sorgulayamaz. 

Burada nitelikli bir okuma yapabilmek için metne dikkat kesilmemiz, her kelimenin her cümlenin hakkını vermek, bunu düşünceyle yoğurmak, irdelemek ve yine kendi birikimimizi metnin birikimine, yazarın birikimine katarak eşsiz bir düşsel alan ortaya koymamız beklenir. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler: atölyenotu
Nisan 22, 2024
Listeye dön
cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: TR