Mehmet Barış Albayrak ile Aydınlanma Nedir?
Mehmet Barış Bey merhaba, öncelikle okuyucularımızın sizi daha yakından tanıyabilmeleri için kendinizden, çalışmalarınızdan biraz bahseder misiniz?
Merhaba, Almanca ve İngilizceden çoğunlukla felsefe metinleri çeviriyorum. Çeşitli üniversitelerde “Felsefeye Giriş”, “Zihin Felsefesi”, “Eğitim Felsefesi” gibi dersler veriyorum.
Albaraka Yayınları’ndan yayımlanan Aydınlanma Nedir? eseri okuruna neler vadediyor?
Aydınlanma döneminin ünlü düşünürlerinin “Aydınlanma Nedir?” sorusuna farklı yanıtlarını içeren bu kitap, bireyin akıl yoluyla özgürleşmesi ve toplumsal yapılar üzerindeki etkilerini tartışıyor. Aydınlanma düşüncesinin modern dünyadaki yansımalarını ve bu düşüncenin hem bireysel hem de toplumsal dönüşümlerdeki rolünü inceleyen farklı metinlerden oluşan seçkide, Aydınlanma savunucuları yanında eleştirmenlerinin de görüşleri sunuluyor.
Aydınlanma günümüzde insanlığa kattığı olumlu sonuçlardan daha çok yıkıcı etkileriyle birlikte anılıyor. Kant’ın görüşlerini de dikkate alarak, aydınlanmayla ilgili nihai hükmü vermeden önce dikkate alınması gereken hususlar nelerdir?
Öncelikle, aydınlanmayla ilgili nihai bir hüküm verilebileceğini düşünmüyorum. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nin son sayfasında yazdığı, “yalnızca eleştirel yol açıktır,” ifadesine katılıyorum.
Aydınlanmanın özünde düşünme ve konuşma-ifade özgürlüğü vardır. Bu, bana göre aydınlanmanın en önemli kazanımı ve lafı eğip bükmeden söylersek Batı’nın da en önemli erdemlerinden biridir. Diğer taraftan aydınlanmanın hiyerarşik düşünceyi perçinleyen bir tarafı da oldu. Kant her ne kadar aklın evrenselliğini sürekli vurgulasa da özellikle antropoloji metninde ırkçı ifadelerden kaçınmaz.
Aydınlanma düşüncesinin her şeye ilaç olarak görülmesi de doğru değil. İşte görüyoruz Nazi soykırımını ya da günümüzde Filistinlilere yapılan soykırımı. Aydınlanma buna bir çare getirmedi hatta kimi zaman yarattığı hiyerarşinin içinde “aydınlanmamış toplumların ve insanların” birer “böcek” olarak görülmesini meşrulaştırdı da. Ama diğer yandan düşünme ve konuşma-ifade özgürlüğü kazanımını unutursak da olmaz. Bu nedenle dönüp dolaşıp sanki Adorno ve Horkheimer’ın olağanüstü metni Aydınlanmanın Diyalektiği’ne geliyoruz. İki ucu sivri bir değnek aydınlanma, tıpkı akıl gibi. Akıl günümüzde iğnenin ucunda, onu bir şekilde ne olursa olsun gözetmemiz gereken bir çağdayız.
Ben Kant okurken Hegelci, Hegel okurken Kantçı oluyorum. Bu bir bakış açısı sorunu olarak görülebilir ama bence belirli bir erdemi de var. Aydınlanma meselesi de böyle bir sanırım. Aydınlanmacı olur olmaz, insan bunun aksi yönüne de bakmalı, yani aydınlanmanın neleri örttüğünü ya da nelere yol açtığını irdelemeli. Aydınlanma karşıtı olur olmaz da acaba şimdi hangi dogmatik düşüncenin boyunduruğuna girdim, hangi çoktan başkası tarafından belirlenmiş önyargıyla yargılıyorum karşımdakini diye kendini sorgulamalı.
Kısacası aydınlanma, içinde her daim sonsuz bir refleksiyon, yani özbilinçli bir sorgulama olmadan hızlıca yozlaşabilen bir şeydir. “Ben şu anda oldum bitti, aydınlandım.” diyen kişi bana sorarsanız kararmaya başlamıştır. Aydınlanma tam da bu şekilde “aydınlatma” olduğu sürece dogmatikleşir. Her adımdan önce “ben kimim ki” ya da “biz kimiz ki” diye sormak bir mecburiyet bence. Aydınlanmada her zaman biraz da mahcubiyet olmalı.
Aydınlanmanın ne ölçüde bireysel düzeyde gerçekleşebilir? Bireysel aydınlanmanın nasıl gerçekleşeceği ve ne gibi sonuçlara yol açacağı konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Kant için aydınlanma bir süreç, bir yol. Açık açık “henüz aydınlanmadık ama ona giden yoldayız,” diyor. Ayrıca Lessing’in de şöyle önemli bir sözü var aydınlanma ile ilgili. Yaklaşık olarak şöyle diyor: “Mesele hakikatin kendisi değil ki hakikat ancak Tanrı’ya aittir. Bizim için esas mesele hakikati arama dürtüsü, hakikate giden yolda olmak, o yolda çabalamak, çalışmak.”
Tartışmalı da olsa bunu pekâlâ yol anlamına da gelen “tao” ile ya da “Mantık al-Tayr”deki yolculuk metaforuyla beraber düşünebiliriz.
Elbette Batı’daki aydınlanmanın zemininde toplumsal-tarihsel bir aydınlanma vardır ki Marx’a uzanabilecek bir düşüncedir bu: İnsana takılan (maddi-manevi) zincirlerden kurtulması.
Bireysel ve toplumsal aydınlanma ve özgürleşmenin beraber düşünülebilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Batı aydınlanması kendini ilerleme mitine ve hiyerarşi ideolojisine hapsetmeyip bu bireysel-toplumsal aydınlanma ve özgürleşme üzerine düşünseydi daha iyi ederdi sanki.
Aydınlanmanın sonuçlarıyla ilgili bir şey söyleyemem çünkü bunu gözlemleyecek bir veri yok elimizde. Yani öncelikle ne aydınlanmış bir birey ne de aydınlanmış bir toplum söz konusu hâlihazırda ki zaten aydınlanma bir süreç dedik yani “aydınlanmış” diye bir şeyin olduğunu düşünmüyorum.
Ayrıca bireysel ya da toplumsal aydınlanmanın birbirinden izole bir şekilde gerçekleşebileceğinden de şüpheliyim.
Şunu yeniden vurgulamak bence önemli: Batı’da aydınlanma daha çok kilise, prens gibi dogmalara ve egemen güçlere karşı bireyin aklını kullanmayı, kendini ezdirmemeyi öğrenmesi demektir. Aklını kullanmayı öğrenmek bu bakımdan bir özgürleşme sürecidir de. Eğer akıl, Kant’ın ısrarla vurguladığı gibi hem evrensel hem de bireysel olarak herkeste aynıysa bu aslında özsel olarak herkesin eşitliğini de ortaya koyar. Aydınlanma bu bakımdan özgürlük ve eşitlikle beraber düşünülmek zorundadır. Böylece son derece toplumsal ve politik bir zemini vardır. Bireysel aydınlanmayı düşündüğümüzde ise daha psikolojik, manevi, ruhsal bir aydınlanma gelir aklımıza. Bu da genellikle doğuya atfedilir. Bana sorarsanız en büyük tarihsel hatalardan biri bu ikisini birbirinden ayrı şeyler olarak değerlendirmek oldu. Elbette her iki Aydınlanma türü birbirinden farklı, ama özsel olarak değil, tek ve aynı şeyin, insan varlığının ruhunun, toplumsallığının ve tarihselliğinin iki farklı görünüşü olarak. Ruh ve bedeni birbirinden tamamen ayırmak ne kadar anlamsızsa, akıl ve ruhun aydınlanmasını, rasyonel ve manevi aydınlanma olarak birbirinden tamamen ayırmak da o denli anlamsız. Bu ikisini birbirine indirgemeden, birini diğerinin içinde eritmeden beraber düşünmenin olanaklarını araştırmalıyız.
Bu eser günümüze neler söylüyorlar?
Bugün aydınlanma konusu ülkemizde yine gündeme. Bu nedenle o dönem aydınlanma kavramının nasıl tartışıldığını anlamak için bu kitaptaki metinler güncel diye düşünüyorum. Aslında ülkemizde aydınlanma-aydınlatma meseleleri hiçbir zaman gündemden düşmedi. Bizde aydınlanmadan anlaşılan genelde, her anlamda iktidar kimdeyse kendi değerlerini ötekilerine dayatması. Her kesimin kafasına göre çalıp oynadığı, bölük börçük bir toplumuz. Okullara bakmanız bile bunun için yeterli. Benim çocukluğumda özel okul sınırlıydı, hepimiz, toplumun her kesiminden çocuk eve yakın mahalledeki ilkokula giderdik. Şimdi orta sınıf, çocuğunu devlet okuluna vermemek için elindeki bütün parayı okullara saçıyor, bunu bilen özel okullar da acımasızca zam yapıyor. Okullar, fiziksel sınıflar değil ekonomik sınıflar olarak birbirinden ayrışmış durumda. Okulları böylesine ayrışmış bir topluluk, toplum olamaz. Önemli olan, bu toplumun geleceği nerede, buna karar vermek gerek. Bu toplumun ortaklaşabileceği minimum zemin nedir, önce bunlar üzerinde düşünülmeli.
Aydınlanma kavramının bu tartışmada merkezi bir yeri var diye düşünüyorum. Henüz ülkemizde bir arada yaşamanın, kardeşliğin temelini atamadıysak, o hâlde aydınlanmanın ilk iki ilkesini, özgürlüğü ve eşitliği başta asgari düzeyde de olsa tesis etmeye çalışalım. Düşünce ve konuşma özgürlüğünden başlayabiliriz. Okulları kamusallaştırarak herkes için her sınıftan ve her yetenekte çocuk için yeniden düzenleyebiliriz. Rekabetçi değil dayanışmacı, tüm farklılıkları kucaklayan bir eğitim sistemini beraberce inşa edebiliriz. Böylece kardeşliğin tohumlarını atabiliriz.
Yine aydınlanmanın en temel özelliği olan özeleştirel düşünceyi heveslendirip, dediğim dedik, astığım astık kestiğim kestik bir söylemin değil, nezaketin ve alçak gönüllüğün yüceltildiği; bilginin ve malumatın değil, bilgiye olan merakın ölçüldüğü bir eğitim anlayışını tasarlamaya çalışabiliriz.
Belki aslında bunlar belki de daha önce binlerce kere söylenmiş sözler. Pek bir işe de yaramıyor kuru kuru. Ama 250 yıl önceki tartışmanın bugünkü geçerliliği üzerine sorduğunuzda, o dönemki birçok tartışmanın bugün ülkemizde birebir yaşandığını söyleyebilirim. Başta eğitim, Almanların tabiriyle Bildung olmak üzere.
Çeviri çalışması tümüyle bir düşünce ya da yazı içeriğinin literal olarak aktarılması mıdır? Bu konudaki görüşlerinizi paylaşabilir misiniz?
Türkçe felsefe çevirisi konusu başlı başına büyük bir tartışma konusu. Bana sorarsanız öncelik, okurun okuduğu zaman anlaması. Çevirmenin birinci önceliği bu olmalı. Bunu elbette felsefi kavramlardan taviz vermeden yapmalı ama illa öz Türkçe ya da Arapça karşılık bulacağım diye okurun gördüğünde afallayacağı kavramlardan kaçınmak gerekiyor. Mümkün olduğunca gündelik sözcükleri ve kavramları kullanmalı. Almanca en zor metinlerde bile bize havalı görünen kavramlar asında orada gündelik dilde kullanılan kavramlar oluyor çoğu zaman (elbette burada transendental, a priori gibi teknik terimlerden bahsetmiyorum).
Türkçede, Arapçada Farsçada vs. tam bir karşılığı yoksa bir kavramın Batı’da ifade edildiği gibi aktarılmasını öneriyorum. Diyalektik gibi kavramların artık eytişim gibi kavramlarla karşılanmaması gerektiği konusunda sanırım az çok hemfikiriz. Ben bir adım daha ileri gidiyorum ve “reflection” ya da “reflexion” gibi kavramların da daha iyisi bulunana dek “refleksiyon” ile karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu kavram temelde Latince yansıma-geri yansıma demek. Bu kavramı tefekkür, düşünüm diye ya da “reflexivity” kavramını düşünümsellik diye çevirmek, bu kavramın yarısını alıp götürüyor. Zira yine tezimde göstermeye çalıştığım gibi refleksiyon, bizzat yaşamın temel niteliği olup, illa insani bir düşünüm anlamına gelmek zorunda değil ve bunu göz önünde bulundurmadan Batı geleneğindeki bazı felsefi tartışmaları tam anlamamızın mümkün olmadığını düşünüyorum. Son olarak Türkçe felsefe dili değil diyenlere bir atasözüyle yanıt vermek istiyorum: İşleyen demir ışıldar. Eğer biz düşünmeye başlarsak, felsefi üretim yaparsak, birbirimizi kişisel bağlamda değil düşüncelerimiz üzerinden eleştirirsek ve böylece birbirimizi aşağı çekmeye değil geliştirmeye çalışırsak her dil gibi Türkçe de muazzam bir felsefe diline dönüşme olanağına sahip olur.
Son olarak okuyucularımıza iletmek istediğiniz bir mesaj ya da öneri varsa vermek aracı olmaktan memnuniyet duyarız.
Türkiye’de felsefenin her gün daha çok ilgi gördüğünü, felsefe okurunun sürekli arttığını görmekten mutluluk duyuyorum.
Röportaj: Deniz Demirdağ Temel
Etiketler: röportaj
Ekim 31, 2024
Listeye dön